" Günlerdir tedirgin tartışmaların vazgeçilmez konusu olan operasyon artık kapıdaydı. Son bir haftadır hiç kimse üstünü değiştirmiyor, günlük giysileriyle yatıp kalkıyordu.
Askerler gece yarısı cezaevini kuşatıp çoktan en önemli yerleri kontrol altına alarak ‘’Teslim Olun’’ çağrısını yapmaya başlamıştı. Devlet cezaevinin sahibinin kendisi olduğunu unutmuştu. Kendi cezaevinde çoktan teslim aldığı ve teslim aldığı içinde korumakla yükümlü olduğu tutsaklara ‘’teslim olun’’ diyerek, daha baştan mizahi bir hukuksuzluğu ilan etmişti. Mutlaka bu anonsu yaparken kazaen teslim olunmaması için dua etmişlerdi. Çünkü bütün plan büyük bir çatışma ve bu çatışmanın gölgesine gizlenmiş imha listesine dayanıyor olmalıydı. Böyle de oldu…
Askerler çoktan hazırdılar. Uzaktan sadece o otoriter gizemli komut sesi duyuluyordu. Devletin bekası için teslim ve pişman olmaya çağıran ses… Ses, karşısındaki savunmasız hasımlarına ‘’öleceksiniz’’ diyordu.
Bütün dünyada benzeri sadece tuzak olarak adlandırılan bir gizli işaretiyle maltadaki silahsız tutuklu ve hükümlülere yağmur gibi kurşun yağmaya başladı. Kimi bulacağını bilmeyen, rastladığında çılgınca biçip geçen kuşunlar adressizdi. Her vurulan yere yığılıyordu. İnsan hedefini ıskalayan kurşunlar ise demir kapılara çarparak kıvılcımlar çıkarıyor, duvara saplananlar bile bir parça koparmadan durmuyordu.
Tarihin ilk bilinen gününden bu yana bilindiği üzere, dünyayı değiştirmek isteyenlerin kanları zeminde henüz pıhtılaşmamıştı.
Televizyondan Sağmalcılar Cezaevi’nin operasyon sonrası görüntüleri izleniyor. Dumanlar yükseliyor, öldürülen mahkûmların isim tespitleri yapılmış, liste yayınlanıyor. Ringden yanmış bir kadın mahkûm indiriliyor, mahkûm bağırıyor ‘’Diri diri yaktılar’’
Devrim savaşçılarının acıları telaşlı gürültüler içinde duyulmaz. Acı, sıradan hayatlara talip olanlarda abartılarak başkalarının şefkatine teslim edilir, bizde tam tersidir. Dünyayı değiştirmek isteyenler için acıyı gizleyerek dayandığını göstermek, dünyayı değiştirme terbiyesinin en sıkı malzemesidir.
Büyük gürültü… Büyük alt üst oluşun geride bıraktığı toz bulutu ve yıkıntı. Yıkılan cezaevi duvarlarının içindeki yıkılmış, yakılmış tutsaklar, kimsenin umurunda olmadığı etten yıkıntılardı.
Ülkenin bir sorunu daha başarıyla çözümlenmişti yüz akıyla. Bir daha sonsuza kadar unutulacaktı her şey. Yapılanlar ise yapanların yanına parfüm üretmek için canlı hayvan kullanan vahşi kimyacılar gibi büyük bir deneyim olarak kalacaktı…
Konferans salonunun tavanları deliniyor. Salonun tepesinden kocaman şekilsiz beton kalıpları kalabalığın arasına düşüyor. Ne beton kalıplar bizi umursuyor artık, ne biz onları. Günlerdir delinmekten betonlar yorgun, günlerdir onların delinmesini dinlemekten biz yorgunuz…
Tek yorulmayan son koğuştaki televizyon. Hala bağırıyor sunucu, enerjisinden tek gram eksilmemiş. Bütün cezaevleri tahliye edilmiş, devletimiz işgal bölgelerini ele geçirmiş, düşmanlar çatışmalarda ölü olarak ele geçirilmiş ama hepsine haddi bildirilmiş. Ele geçirilenler bilinmeyen akıbetlerine teslim edilmiş. Küçümen bir pürüz var. Son cezaevi, onun da eli kulağında. Adı Ümraniye. Battı batacak, yandı yanacak, haddi bildirildi, bildirilecek…
Birkaç dakika içinde yeni bir ses duyuluyor. Az önceki betonlara duyarsız yorgunluklarımız kaçıyor üstümüzden. Gaz sızıntısı giderek yükselerek üstümüze akıyor. Koğuş aniden yanmaya başlıyor. O yandıkça tavanında açılmış kocaman oyuklardan gaz bombaları bir havai fişek arsızlığında birbiri ardı sıra patlamaya başlıyor…
Ara koridorların kanlı zeminleri, cezaevinin yangından simsiyah olan duvarları, yaralı çığlıkları, dışarıdan belirli belirsiz duyulan ambulans sesi, polis, itfaiye sirenleri, annelerimizin, babalarımızın, kardeşlerimizin dövünmeleri, gözyaşları, her şey ama her şey yolculuğa eşlik ediyordu.
Sağdan soldan bulunan tek tük sigaralar yoldaş hakkı denilerek yarım yarım, fırt fırt paylaşılıyor ve sessizliğe derin derin üfleniyordu.
Yeni bir cayırtı sessizliği son kez deldi.
Askerler cezaevini yakıyorlardı. Ellerindeki alev püskürten makineler bilim kurgu filmlerindeki ejderhalar gibi üstümüze üstümüze geliyordu. Dumandan göz gözü görmüyor, genizlerimize, ciğerlerimize ejderhanın gizli gazı doluyordu. Aynı anda bir süredir delinen tavan çöktü. Temiz hava için pencerelere başını uzatanları keskin nişancılar tek atışla vazgeçiriyorlardı. İstenen, gazdan zehirlenerek etkisiz hale getirmekti. Ölerek etkisiz, bayılarak etkisiz, sakat kalarak etkisiz, fark etmezdi. Hedef etkisizleştirmekti.
‘’Teslim olun direnmeniz faydasız, söz veriyoruz kimseye bir şey olmayacak, bizimle konuşun, daha fazla insanın canı yanmasın.’’
Bu ilk anonstu insanları bağışlamaya çağıran. Anonsu yaparken bu titiz çalışmada unuttukları bir küçük ayrıntı vardı, bu anonsu gereksizleştirmişti. Her şeyi yaptıktan sonra hiçbir şey yapmama sözü veriliyordu. Yapacak bir şey kalmadığına göre bu söz içerdekilere değil, dışarıdakilere veriliyor olmalıydı.
Dudaklar ateşten ve dumandan kavrulmuştu. Gecenin bir saatinde cezaevi mikrofonlarından işkence çığlıkları dinletilmeye başlandı. Cezaevine girme süreleri çok uzun yılları alanlar için bile, çok taze, çok tanıdıktı bu sesler.
Gaz bombaları, delinen her yerden aynı anda yağmaya başladı. Göz gözü görmüyordu. Çığlıklar kendisine saklanacak bir yer arıyordu ama yoktu. Holocaust’un ne demek olduğunu ancak kimliği gizli gazla tanıştığınızda anlayabilirsiniz. Yeryüzünün hiçbir sözcüğü o kâbusu aktaramaz. Korunma içinde, sanal bir dehşetle izlediğiniz filmler size gerçeği asla yansıtmaz. Sanal olanın tehlikesizliği gerçek olanın dehşetini eğlenceye dönüştürerek sizi güvende kılar. Gerçek ise ‘’keşke sanal olsa’’ diye yalvardığınız bir kâbustur. Tüm vücutlar kasılıyordu. Aklımızı, bedenimizi hiçbir şeyi kontrol edemiyorduk. Gaz sadece nefes yoluyla etkisini göstermiyordu. Binlerce aynı zamanda olan zehirli yılan ısırığı gibi derilerimizden işliyordu. Bedenlerimizin yandığını kavrulduğunu sanıyorduk. Yerlerde çırpınanlar, duvarları yumruklayanlar, üst üste yığılıp kalanlar… Demek Holocaust buydu. Çırpınarak kendi sefaletlerinin farkına varmayarak sadece böyle hayvanlar gibi öldürülüyorlardı…
Hepimizi ayağa kaldırıp götürmeye başladılar. Cezaevinin dışına sıraya sokulmuş ringler artık bizi bekliyordu. Sırayla ringlere bindirilmeye başladık. Dövebilme imkânının tek bir saniyesini kaçırmak istemeyen erlerin, tatmine bir türlü ulaşmayan küfür ve tekmeleri ile arabaların içine boş çuvallar gibi atıldık. İçerde bekleyen askerler taze kuvvetti. Onlar daha şöyle bir ağız tadı ile kimseyi dövememişlerdi. Her yeni bindirileni hızı yeni alınan coplarla dövüyorlardı. Her araca on beş- on yedi arası mahkûm bindirildiğine göre, her yeni gelenle yeni bir dayak turu yapıldığına göre, biz on yedi kere, diğer arkadaşlarda bu sayıya yakın yeniden dövülmüş olmalıydı. Sonunda ring hareket etti… Nereye götürüldüğümüzü bilmiyorduk…
Biz o an zamanın kanayan kıyısındaydık…
Uzun bir yolculuktu… Dövülme darbeleri ile daha da sıkılaşıp bileklerimizi morluktan sulu yaraya çevirmiş kelepçelerin sızısı bir yana, asıl susuzluk ve tuvalet ihtiyacı sevkimizi kâbusa çevirmişti. Susuzluğa dayanamayan biri, ringin kafes penceresine yapışmış camın ardındaki su yüzeyini yalıyordu. Yataklıktan gelme en yaşlımız tuvalete gitmek için yalvarıyordu. Ringin içine yapacaktı ama elleri arkadan kelepçeli olduğundan yapamıyordu… Ağlıyordu…
Çaresiz bir yaşlının ağlayışı çaresiz bir bebeğin ağlayışından çok farklıydı. Çaresiz bebekler ağlarken sevinçle isteği yapılırken, çaresiz yaşlı ağlayışında insan kendi onurunun nasıl bir bilgisayar yanlışlığı gibi tek tuşla yok edildiğini görüyordu. Çok utanacaktı ama hayatı boyunca unutmayacaktı… Tuvaletini kader arkadaşları ve çocuğu yaşındaki askerlerin yanında altına yapmış olacaktı…
F tipi cezaevinin kapısı insanla beslenen bir canavara benziyordu. Sürekli içeri birilerini götürüyorlar, ama içerden kimse çıkmıyordu… Gece yarısı ringden ilk inen, insanla beslenen canavar kapıya götürüldü. Ringin içerisine ise iri yarı bir asker girip en çelimsiz mahkûmun sırtına oturup sallanmaya başladı. Zikir meftunu gibi bir ileri, bir geri sallanırken, yaptığının ne anlama geldiğini herkesin anlaması için garip hırıltılar çıkarıyordu. Mahkûm, üstündeki azgın köylünün iğrenç ağırlığından iki büklüm inleyerek yere kapaklandı. Komutanın bağırtılar üstüne ringi teftişe gelmesi ile azgın köylü bir anda itaatkâr bir kul olarak hizaya girdi. Genç arkadaşımız bir daha başını kaldırıp kimsenin yüzüne bakamamıştı. Ringden inerken son fısıltısı duyuldu. ‘’Keşke ölseydim’’ Bilmiyordu ama ölecekti… Çok kısa bir zaman sonra ölüm orucu henüz dalya dediğinde ölecekti…
Muhabere şimdilik bitmişti… "
19 Aralık 2010 / Akın Olgun / BirGün
Limit Doldu / "limit has been reached"
Limited Download / Limitfelan: 45