Gevende Röportajı

"Peynir yedim, karnımda kelebekler uçuşuyor"

Bir nevbahar günü (taa geçen bahar), çay karşılığı kandırdık Gevende'den Ahmet Kenan Bilgiç, Okan Kaya, Ömer Öztüyen ve eski Anima yeni Friendly Fire üyesi Ceylan Ertem'i; söyleştik, muhabbetleştik, gülüştük karşılıklı. "İnsan, balık ve kuş adlarını bilmedikçe hikaye yazamaz" diyordu Sait Faik; onlara balık ve kuş adlarını sorduk.. Cevapları heybemizde saklı, lakin tezahürleri size değin uzanıyor..


Gevende – Şeker

Buradaki çocuk ne yapıyor şimdi?

Okan: Gruptan koptu... (gülüyor)

Müzik deyince akla gelen milyonlarca şey var, ama beni özellikle masallar ilgilendiriyor. Sohbetimizi masallarla açıyoruz. Masallarla aranız nasıl?

Okan: Küçükken annem anlatırdı masal.. Masal dinlerken, annenin ses tonundan dolayı, bir şeyler canlanır zihninde.. Müziğe de benzerliği buradan geliyor herhalde, bir anlatan var, anlatış biçimi var, anlatanın sende yarattığı imajlar var; onun gibi..

Masal dinlemeye 12 yaşında son veren bir nesiliz biz.. o yaştan sonra insan kendi masallarını kendi yaratmaya başlıyor..

Okan: Masalın tam olarak tanımı ne, sence?

Bir kaç tane hayatımız var gibime geliyor, bir zaman buradayız, gözümüzü kapattığımız zaman başka bir âlemdeyiz. Ve o âlemde anlatılanlar belki de masal. Peki size tercih hakkı verilse, nerede yaşardınız, masal âleminde mi yoksa burada mı?

Okan: İkisi de birbirini besleyen şeyler aslında; o tarafta kalmak, bu tarafta olmamak demek. O dengeyi kurabilmek çok önemli..

İlk okuduğunuz kitap hangisiydi?

Ahmet: Adını unuttum şimdi de, Gülten Dayıoğlu’nundu. Hindistan’a gittikten sonra bir kitabına rast geldim "Hindistan’a Gezi" diye, aldım; kitabı açmamla kapamam bir oldu, sayfalarca gittiği beş yıldızlı otelleri anlatmıştı. İsteyerek "Mülksüzler"i okumuştum ilk kez; Ursula LeGuin'den.

Okan: Cin Ali serisi galiba. Efsane serisi vardı mesela. “Dedektif olmak istiyorsan, şu sayfaya git”

Hangi masal kahramanı olmak isterdiniz?

Ahmet: Alice

Okan: Ağustos böceği ile karınca muhabbeti vardır ya, ağustos böceğini kendime yakın görüyorum (gülüyor).

Niye peki?

Ahmet: Çok seviyorum o dünyayı ben, Harikalar Dünyası’nı.. Güzel bir havası var oranın.. Yazan adamın da iyi bir edebiyat geçmişi olmamasına rağmen böylesine bir masal yazması, daha güzel kılıyor.

Jefferson Airplane çalsaydım keşke sana.


The Doors – When The Music’s Over

Okan: Doors..

Ahmet: Şarkının adını bilmiyorum ama..

Doors dinliyor musunuz?

Ahmet: Çok dinlemiştik zamanında.

(Bu sırada grubun viyolacısı Ömer geliyor, harıl harıl Tünel’de görüp âşık olduğu bir viyolayı anlatıyor.)

Antony and The Johnsons’ın Antony’si şöyle diyor: "Biz müziği yaratmıyoruz, biz sadece elçiyiz, müzik bize geliyor ve biz onu veriyoruz, bir nevi elçilik.." Sizce siz müziğin neresinde duruyorsunuz?

Okan: Dolaşan bir enerji var, bir paratoner gibi çekiyor belki müzisyen..

Ahmet: Hayattan ne kadar enerji alıyorsan, oradan o kadar pay çekebiliyorsun..

Okan: Sanki bir şey arıyoruz, bir ses arıyoruz; bulduğumuz şeyleri de insanlarla paylaşıyoruz ki, bir sonraki arama için güç alalım..

Bu şekilde başkalarının da sizden güç almasını sağlıyorsunuz.

Şarkıda şöyle diyor: “Müzik bittiğinde, söndür ışıkları/ Çünkü senin özel arkadaşındır o/ Ateşler üstünde istediği gibi oynar/ Müzik tek arkadaşındır sonuna kadar..”

Okan: Ben dünyadaki herkesten ve her şeyden çok güveniyorum müziğe.. Çünkü, sabitim gibi hissediyorum onu. En doğru şey o, hiçbir yalan, hiçbir sahtekârlık yok, eğer rahat değilsen dinleyemezsin, çalamazsın. Algılattığı şeylerin doğruluğunu ve yanlışlığını sorgulamıyorum. İnsanlar gibi kafa karışıklığı vermiyor bana.

Ömer: Aynı şekilde rahatsan rahatsızlığı da tattırıyor sana. Rahatsızsan rahata da kavuşturuyor..

Okan: Başka biri olmuyor karşındaki, iki kişi olduğu zaman karışıklık başlıyor. İkinci bir kişi var ama yok aslında.

Biraz kendinsin galiba. Mevlana şöyle diyor: “Bir ayağımızı dünyaya koyuyoruz ve öteki ayağımızla dünyayı dolaşıyoruz.”

Okan: Asıl pergel, müzik bizim için..

Morrison'ın kelimelerle arası çok iyi.. sizin peki?

Okan: Aslında bizim şarkılarda söz olmaması, söz yazamadığımızdan değil pek. Üniversitede genelde çok umursamaz insan toplulukları vardır. Biz de hep düzgün anlaşılmamaktan korktuk galiba biraz. Bu yüzden sözle ilgili sıkıntı yaşıyoruz aslında.

Ahmet: Sıkıntı denmez aslında… Bir şeyler düşündüğümüz zaman, Türkçe çıkmıyorlar ağzımızdan.

Kelimelerle hayatı yorumlamaya çalışıyoruz, lakin kelimelerin “sırat köprüsü” olan bir tarafı da var..

Okan: Karşında biri varsa, karışıklıklar doğuyor dedim ya, söz olduğu zaman karşında biri oluyor işte.. Ama bazı parçalar var ki, şarkı sözü olarak, benim için bir elin parmağını geçmiyor

Mesela?

Okan: Arto Tunçboyacıyan’dan “Herkes Kendi Gördüğüne Doğru Der”, Erkan Oğur'un, “Bir Ömürlük Misafir” gibi. Kelimelerin anlamını bilmesen bile aynı hissi veriyor zaten. Bunu yapamıyorum ben, birşeyi beğenirken yapamayınca hiç birşey sunmak istemiyorsun.

Ceylan: Aslında bambaşka bir şey Gevende. Kelimeye ses gibi yaklaşıyorlar, biz ona anlam vermeye çalışıyoruz. "Çok üzgünüm" cümlesini gülümseyerek söyleyemezsin, ama Ahmet Sermest'i kızarak da gülümseyerek de söyleyebiliyor. Okan ne hissederse Ahmet onun üstüne vokaliyle kurulabilir. Eğer şarkı sözü yazıyorsanız, alttaki bütün enstrümanlar vokalisti izlemek zorunda, ama Ahmet de Okan'ı izleyebiliyor. Edebiyatımız zayıf, diyorlar; ama sanmıyorum Aşık Veysel'in büyük bir kitaplığının olduğunu. Bir de mesela, "peynir çok güzel" diyorum ben, Okan, "peynir yedim, karnımda kelebekler uçuşuyor" diyor. Aslında zaten gayet masalsı, şairane konuşabiliyorlar..

Gevende, açık kapı bırakıyor her daim.

Okan: Çalmaya başlıyoruz, gürültü yapıyoruz. Parçanın sözleri olsa ve sözlerini daha evvel çalışmış olsak bu böyle olmayacak, ama arkadan gelen başka sesler üzerine başka sözler oturtuyor Ahmet, yazılı bir metin olsa belki onu da oturtabilir, bilmiyorum.

Ceylan: Nayu her zaman çok doğaçlama bir şey değil, onu da hep aynı hissiyatla çalıyorsunuz. Bazen bazı şarkılar öyle oluyor ki, sözü ve müziğiyle öyle oturuyor ki, Nayu bence o hissiyatta bir şarkı, "uyan" olduğunu da biliyor olmam hayalgücümü hiç kısıtlamıyor; onu öyle dinlemek istiyorum, o kompozisyonla, o çalımla. Evet, doğaçlama da çok şahane bir şey ama öteki de önemli.

Okan: "24 Saat Parti İnsanları"nı izledim de, orada bir laf vardı: adam davulu çalmaya başlıyor, öteki adam yanına geliyor, "evet, çok güzel çalıyorsun ama zaten davul 20 bin yıldır böyle çalınıyor" diyor. (gülüyor) Sözler de 20 bin yıldır böyle söyleniyor. İnsanlar baskı yapıyorlar, "niye söz yazmıyorsunuz" diye, Nusrat Fateh Ali Khan şarkısı çalıyoruz (Crest'i mırıldanıyor), Varanasi'de çıktı bu fikir, Ganj sahilinde ateşin başında oturmuşken (gülüyor), "el mi yaman ben mi yaman, söylesene söylesene". Konserlerde söylüyoruz şunu görüyoruz, insanlar dans ediyor, eğleniyor; o söz girdiğinde bambaşka bir şey oluyor; herkes söylüyor, ne anlama geldiğini bilmiyorum, el mi yaman ben mi yaman, bu ne gibi bir şey ifade edebilir ki; böyle bir söz mantığı varmış bunu keşfettik, bir anlamı yok, ama onu söylüyorsun işte, bir şekilde varoluyor. Belki bunun üzerine gidebiliriz; arayışlar böyle arayışlar yani, oysa iki a iki b, bir nota yapılır bu.

Niye müzik peki? Niye çaycılık yapmadınız mesela?

Ahmet: Bilmiyorum ki, orta iki'de "Geleceğe Dönüş"ü izledim, ondan beridir işte. Aynı sabah Trt 2'deki ressamı izledim ama resim yapasım gelmedi.

Ömer: Ben 9 yaşında konservatuara girdim, viyola çalmaya başladım, liseye geldiğimde halen müzik hakkında bir fikrim yoktu. Dışarıdaki dünyada müzik olduğunu keşfedince, o zaman bunu yapman gerektiğini anlıyorsun.

Ahmet: Okan, "konservatuardan mezun oldum, müziğe başladım" diyor. (gülüyor)

Okan: Küçüklükten beri ben müzikle uğraşıyordum. Lise bittikten sonra arkadaşlarımla eve çıkıp orada müzik yapmaya başladık, farkettim ki o yıllarda yaptığım farklı birşeymiş, sürekli birşeyler öğrenmişiz. Her seferinde müziğe tekrar bağlandım bu yüzden.

Bu aralar kimleri dinliyorsunuz?

Okan: Bach'ın Flüt Konçertoları'nı dinliyorum bu aralar, deli gibi.

Ahmet: Ben daha ender müzikler dinliyorum bu ara; yolda, otobüste filan, Efterklang dinliyorum. Kuzey müziği işte, Danimarkalı.


Robert Plant & Jimmy Page - Kashmir

Okan: Hiç dinlemedim ama tahmin edebiliyorum ya, Led Zeppelin'den Kashmir.

Şarkıyı, Plant ve Page Mısırlı bir orkestrayla kaydediyorlar. Yolculukları sırasında müziklerinde çok büyük değişimler oluyor, adamların Doğu'ya bakışı tamamen değişiyor. Şarkıyı seçme nedenim bu, sizin Doğu yolculuğunuz.

Ahmet: Ama onlar çok uzaktan gitmişler oraya, biz zaten Doğuluyuz.

Öyle muhakkak, ama herkesin doğusuna bir bakışı vardır ya, Avrupanın bize, bizim İran'a...

Ahmet: Japonya napsın? (gülüyor)

Amerika da Doğu olduysa, tamamdır.. Soru şu: Nepal'e kadar gittiniz, kıyaslamadan ziyade, Nepal'de neler gördünüz?

Okan: Türkiye'nin doğusuyla pek farkı yok biliyor musun. Din ağırlıklı bir yaşam ve ekonomik olarak çok kötüler.

Ahmet: Manevi boyutunu soruyorsun, ama iş oraya gelemeyecek kadar kötü. Böyle olunca dışarıdan gelenler için herşey değişiyor. Ama şöyle birşey var, müzikle din acayip içiçe olduğundan dolayı şunu diyorsun: Dinin böyle bir görevi de varmış. En büyük fark bu gibime geliyor benim..

Peki müzik gelenekleri.. Nusrat Fateh Ali Khan gibi bir adamı çıkarmışlar, en nihayetinde.

Ahmet: O da kendi başına çıkmamış ki, Peter Gabriel keşfediyor onu. Sonra dünyanın en iyi müzik stüdyolarında, en iyi prodüktörleriyle çalıştırıyor. Hiç kimse bilmiyorken çat diye Nusrat Fateh Ali Khan albümünü çıkarıyor plak şirketinden. Emin ol, bir dahaki gidişinde Sabri Brothers'ı aynı yere getirebilirdi. Tabi Nusrat Fateh bambaşka biri, ama sonuçta bu da ekonomiyle ilgili. Ülkenin ekonomisi iyi olsa, iki misli daha iyi müzik yapabilirler..

Batı'nın Doğu'ya bir bakışı var; genellikle oryantalist bir tavır. Peki, Doğu'daki insanların Batı'ya bakışı?

Ahmet: "Orada özgürlük var, çok rahat yaşam var". Türkiye'yi Erzurum'a kadar biliyorlar, 70'lerde "Özgürlükler Ülkesi Amerika" diye birşey vardı ya hani, Tebriz'deki adam bize öyle bakıyor; gece bara gidebiliyorsun, sigara içebiliyorsun, derste hocaya cevap verebiliyorsun.

Okan: Gittiğinde gerçekten özgürmüşüz galiba, filan diyorsun.

Ahmet: En son Hollanda'ya gittiğimizde, insanlar pijamayla dolaşıyordu sokaklarda, özgürlüğe bak, demiştim. (gülüyor)

İran'daki müzik kültürünün Azeriler sayesinde geliştiğini işitmiştim.

Okan: Öyle, ama mesela Azerilerin İran'da konser vermesi yasak, Farisilerin bile konser vermesi çok çok zor. Biz gittiğimizde çok büyük bir dava vardı orda, kendi aralarında sürekli bir çekişme var.


Susheela Raman-Woman

Ahmet: Çok tanıdık geldi, (Ömer halen aşık olduğu violanın muhabbetini yapmaktadır.) Cassandra Wilson soundu ama.. Çıkaramadım kim olduğunu...

Susheela Raman, Woman. Şarkının sözleri şöyle:

"kadın, niye dinlenirsin buralarda?/ aşkın bir cahil fedakarlık mı yoksa?/ oynamayı öğrendiğin roller/ seni kötü, karmakarışık eder/ niye savaşmazsın?"

Şarkı, Doğulu bir kadının, tüm kadınlara seslenişi; ama sadece Doğulu kadınlara sesleniyormuş gibi gözüküyor, çünkü az evvel de dedik, sanki bu tutsaklık sadece Doğu'ya özgü gibi... Çarşaflı kadınlar var, rengarenk giyinen kadınlar da var, müzik yapmak isteyen, yapamayan kadınlar da var; öte yandan bana öyle geliyor ki, kadın müzisyenler farklı bir yere adımlarını atabiliyorlar, müziğin erkekler tarafından ortaya çıkarılamayan bir tarafını kadınlar ortaya çıkarıyorlar.

Ceylan: Hormonların, kadın atalarının yaşadığı şeyler, sokağa çıkıp bir saatte yaşadığın şeyler, bir fikir, tepki olarak geri dönüyor; bunları resmedersen, söylersen, kelimelere dökersen, elbette bir erkeğin dökeceğinden çok daha farklı bir şekilde döküyorsun. Hatta şey vardır, kadın enstrümancı birşey çaldığı zaman "aa hakkaten bunu o mu çalıyor", ya da "vay be bunu yapan kadın mı" diyorlar. Bunu 2008 yılında yaşayan yakın müzisyen arkadaşlarım söylüyorlar, bırak Doğu'da yaşayan, köyde yaşayan kadını, hiç ayırmaya gerek yok. Çok modern düşündüğünü sandığım, böyle şeylerin ayırdını yapmadığını düşündüğüm insanlar bunu yapıyorlar. Şu anda, bir sürü şeyi kafasından atmaya çalışan bir insan olarak, yine de çevremde dönen bu sohbetler yüzünden herkese şüpheyle yaklaşıyorum. Mesela Girija Devi benden daha rahattır diye düşünüyorum, Hindistan'da herkes ona saygı gösteriyor, çıkıyor müziğini yapıyor filan.

Okan: Ben Hindistan'ın anaerkil bir toplum olduğunu düşünüyorum, kadınların erkeklerden daha önde.

Ceylan: Müzisyenler de öyle değil mi zaten, kast sistemine göre, daha öndeler. Buradaki gibi değil yani; Türkiye de böyle, Hindistan da böyle, Hollanda'da da böyle demek istemiyorum. Hakikaten bir gerçek var ama. Sanat eserlerinde kadını öne çıkarmak çok klişe filan diyen hemcinslerim var. Sanatla, entelektüelizmle filan açıklamaya çalışıyorlar. Ben de diyorum ki, gazetenin üçüncü sayfasını aç, makarnayı soğuk getirdiği için öldürülen kadınlar var. Bir kadın devrimi var demişler gazetede, öyle birşey yok..

"Doğurmak" peki? Zanaatini ortaya çıkarmak için bir şekilde acı, sıkıntı çekiyorsun, sancılıyorsun...

Ahmet: Kelimelerde var öyle birşey evet, ama müzikte olmuyor. Adamakıllı konstantre olunca çıkıyor.

Ceylan: Lauryn Hill'in bir lafı var öyle, "Ben" diyor, "anneyim, müzisyenim, zenciyim. Üretiyorum, yaratıyorum; yani aslında sistemin görüp görebileceği en büyük tehlikeyim. Bana diva derler ve bunun bir iltifat olduğunu düşünürler, aslında sadece deha demekten kaçındıkları için diyorlar bunu.."

Baharın gelişi için bir söz okuyayım o zaman size:

"Yaşamın bu denli güzel olduğunun farkına varamamak, ah ne budalalık.Yakında, yarın, bugünlerde, geri dönmekte olan bahar güzelliğine gideceğim. Ağaçlar şimdiden yapraklandı. Yaşam, bir ara bir yük gibi gözükmüştü gözüme; şimdiyse bir süs, bir anıt, bir gösteri gibi gözüküyor. Ah ah, keşke insan dünyaya bir ölünün gözüyle bakabilseydi..."

Okan: Bir aydır ağaç görmüyorum. (bir sessizlik anından sonra) Yaşamın güzelliği hiç unutulmuyor aslında ya. Sadece, bazen, başka şeyler onun yerine geçiyor.

Gevende müziğinde bunların hepsinin varolduğunu söyleyebilir miyiz: yaşamın, baharın...

Ahmet: Parçalarda ne anlatıldığına tekabül ediyor bu da.

Ve senin ne hissettiğine.

Ahmet: Evet, dinle diyorum ben de, çünkü yapmadığım bir şeyi dolaylı olarak söze dökmek olacak. Mesela Nayu'yu 17 Ağustos depremine yazdığımızı düşünenler de var, kız arkadaşının ismini telefonlarına Nayu diye kaydedenler de var, bunu kalıplaştırmaya gerek yok. Ben bir parça yaparken ölüm temasını işleyeceğim demiyorum hiç.

Ceylan: Ben diyorum.

Yapabiliyor musun?

Ceylan: Geçende TKP'nin elemanları eylem yapıyorlardı, onların arasında kaldım, karşıdan karşıya geçerken. Sonra düşündüm o kadar genç insan, bir şey için toplanmış, herkesin elinde kağıtlar... Bir anda yükseliyor insan... Bugünlerde bir de Nazım Hikmet’ten "Benerci Kendini Niçin Öldürdü’yü okuyorum, bununla ilgili bir şey yazacağım dedim ve yazdım, çok matematiksel bir işlem, hadi, filan demiyorsun; oturuyorsun ve yazıyorsun, zaten bir şeyler yaşanmış oluyor, doluyorsun. Ferhan Şensoy diyor ya, "Çarşambayı Sel Aldı türküsü nasıl yazılmıştır? Bir tane herif Yeşilırmak'ın kıyısına oturup: "Çarşamba'yı alsa alsa ne alır, icabında sel alır", dememiştir. Ya da Domdom Kurşunu. Siz orada tingirdeyin diye yazılmadı o." Bir şey oldu, bir şey yaşandı ve ben bunun için bir şeyler yazmak istiyorum deyip, yazdı. Ben ona da karşı değilim

Ahmet: Ben seni çimdiklesem ne tepki verirsin?

Bir çığlık koyverirdim galiba.

Ahmet: Bunlar da senin çığlığın gibi, tepki. Herkesin farklı.


Sigur Ros-Hoppipolla

Ahmet: Sigur Ros değil mi bu? Hangi şarkı?

Hoppipolla.

Ahmet: Sigur Ros’u günlerce art arda dinleyemiyorum, benim için onları çok özel yapan şey, ait oldukları yeri müziklerine çok iyi yansıtabilmeleri.Günümüzün koşullarında hele ki...

Peki İzlanda’nın buna etkisi ne? Björk de oradan çıktı, Amiina da..

Ahmet: Sonuçta 250 bin nüfuslu bir adasın ve herkesin kolay kolay giremeyeceği bir yerdesin. Ama onların da bambaşka problemleri var. Gazete manşetleri farklı, her ne kadar buradan müthiş gözükse de, onlar da şarkılarında kurulan elektrik santrallerini eleştiriyorlar. Aslında biraz da farklı bi imaj çizilmiş gibime geliyor, o kadar da müthiş değil.

Gevende’ye de Türkiye’nin Sigur Ros’u diyenler var.

Okan: Hadi canım? (gülüyor)

Ahmet: İzlanda da böyle diyorlarmış Sigur Ros’a, İzlanda’nın Gevende’si. (gülüyor)

Okan: Sigur Ros’un bir tane fotoğrafını gördük, çimenlikte oturmuşlar, arkada bir kelebekle bir çocuk, ama bizim çocuğun aynısı. Herhalde, dedik, biri bunlara gitti söyledi, Türkiye’de böyle bir grup var, bunlardan bir şey olmayacak, onu alıp kullanalım. (gülüyor)

Ceylan: Gevende’yle Sigur Ros arasında beş tane benzerlik söylesenize bana.

Okan: İşte o çocuk (gülüyor), şarkı sözlerinin atmasyon olması...

Ahmet: Ama şöyle bir atmasyon onlarınki: ”hatare” diyor mesela, "hatare hatare..." gidiyor şarkı. Onlarınki daha planlı, programlı. Ama şu çok güzel., Radiohead de bu var, günümüzü şarkılarına çok iyi taşıyabiliyorlar; savaşları, doğu batı kıyaslamalarını. Eğer 2050’de çocuklara bugünü anlatmam gerekirse, bunları dinletirim yani. O yüzden önemliler benim için.


Emir Kusturica & The No Smoking Orchestra- Unza Unza Time

Ahmet: Bak bu üniversitede, sabahlayıp 9'daki derse 10’da gitmeme kararı alma müziği... İçki içip, sabaha kadar dolanma müziği...

Müziğinizi "Hıdrellez Müziği" olarak yorumluyorum ben; çünkü Hıdrellez'de çingeneler çayırlara serilirler, sonra müzik yaparlar, içerler, gene müzik yaparlar. Ama en baştaki müzikle, sonraki müzik birbirinden alakasızdır. Ruh halin çok kötü olsa bile, kalkıp oynamaya başlarsın. Aynı şekilde Hıdrellez’i en iyi anlatan adam da Kusturica bence. Life is a Miracle'ın müziklerine de katkı sağlamış. Sen sinemayla da ilgileniyorsun, Denizcan Yüzgül’le ortak projelerin var. Denizcan'dan Nayu’nun ona ilham olduğunu işitmiştim... Bu, sende nasıl tezahür ediyor?

Ahmet: Aslında bunu böyle genelleyemiyorum ben. Sonuçta sokaktaki simitçi de var, annem babam da var, müzik yaptıklarım da var.. “Sinema”dan özel olarak bahsedemem bu yüzden. Onları eşleştirmeye çalışmak da çok zor ve gereksiz geliyor bana. O yüzden bu soruya hep saçma cevaplar veriyorum ben. (gülüyor)

Ceylan: Aslında bence, Gevende Kusturica’nın filmine çok rahat müzik yapabilir..

Filmler peki?

Ahmet: Son dönemde, Stranger Than Fiction’ı çok beğendim. En sevdiklerim listesi yapamam, çünkü çok var...

Ömer: Ben son dönemde en çok Into The Wild’ı beğendim.

Eddie Vedder iyi iş çıkarmış yine.

Ömer: Evet, özellikle Soundtrack’i çok iyiydi..

Okan: İlaveten, Tony Gatlif...

Kusturica filmlerinde çingeneler, yurtsuz insanlar var; bunun yanında siyasi meseleleri de işliyor; bir düzensizlik, sınırsızlık.. Kusturica gibi, Gevende müziğinde de alışılageldik kalıpları yıkmak var. Yeni dünya, Gevende müziği gibi olsun diyebilir miyiz?

Ahmet: Yok yahu. Çok ağır birşey bu..

Okan: Hem zaten dünyanın en güzel müziği de yapılmış olsa, “müzik” oradan sıkıntıları arar bulur...

Ömer: Dünyayı bir bütün olarak düşünüyoruz ya, her bölgede aynı yaşam aynı standartlar yok, o yüzden bunu diyemeyiz. Biz, buralara yakın bir müzik yapıyoruz.. Pakistan'a gittiğimizde oradaki adam bizim müziğimizden hiçbir şey anlamayabilir. O yüzden herkes böyle kalsın bence.

Ceylan: Ama sonuçta Gevende müziğinin insana hissettirdiği bir şeyler var. Hissettiklerimiz doğrultusunda bir dünya olmaz mı ki?

Okan: Yani kızım olsa benim şimdi, kendim gibi bir çocuğa verir miyim? (düşünüyor) Ben, kızım olsa kendime vermem... (gülüyor)


giz* [koş gel gevende, koş gel]

1 Kişi Yaladı :

yağmur | 17 Şubat 2009 21:05

.ah gevende.
.ah giz* çocuğu,yine sıcacık oldu içim,sanki yanımdalardı o satırları okurken.özledim.karamuk'ta içtiğim her çayda beklerim köşeden dönüp çıkacaklarmış gibi.
.sağolasın gizem.

Yorum Gönder

.

.

Öpücük