Nasıl anlatsam, nerden başlasam…
22 Haziran itibariyle yazımın en güzel konserlerini dinlediğimi, heybeme binlerce dostluk, müzik ve güzellik doldurduğumu ilan edebilirim. Gidemeyeceğim Björk, Kravitz, Levy vb. konserleri yüzünden haftaya terk-i diyar ediyorum. Ben böyle bir insanım. Eğer bir yere gidemiyorsam, ondan olabildiğine kaçarım.
Hah, konumuz neydi: One Love Festival. Öyle bir tınısı var ki, evvelde: “One Love diyor yahu? Jah Jah? Rastafari? Lee Perry?” filan diye düşünmüyor değil insan. Geçen sene barındırdığı bolca elektronik müzikten hatırlıyorum kendisini, elektronika denen tarz beni devekuşu misali toprağın altına soktuğundan ötürü bu sene de “yok aman kalsın” diyecektim ki, sarıya boyanmış çiçek çocuk afişleriyle tav etti beni kendisi. Derken bir baktım: Kolektif İstanbul, Gevende, Baba Zula, Shantel, Gogol Bordello. Deliriyorum sandım.
Pazar günü yola koyuldum, kendimi sahne önünde buldum. Önce biraz poi döndüreyim dedim, başaramadım gene. Sonra uzaklardan Richard’ın saksofonunun sesini duydum, bir baktım çimen üstünde konser var. Festival şenlikle başlamıştı. Keşke bütün konserler böyle çimen üstünde olsa, diye düşündüm. Kolektif İstanbul ne güzel işler çıkarıyor. Son albümleri Krivoto’dan sonra hepten şenlenmiş müzikleri, dinlemeyeli. Daha sonra Gevende’ye geçti sıra. İnsanın müzisyenleri tek bir şarkısının bile 3-4 farklı halini görecek kadar iyi tanıması, ne garip. İyi bir şey mi, muhakkak. Hele ki, Gevende gibi, dostluğunuzu dostlukla karşılayan, sesinize müzik veren insanlar varsa hayatınızda, ne mutlu size. Ama onlardan ayrı düşünce, bu, bir sevgili acısına bedel. Beş sevgili acısına bedel… Her neyse, Gevende tabi ki çok çok iyiydi. Nusrat Fateh yorumladıklarından beridir müziklerini yüz kat daha fazla seviyorum, varın siz düşünün. Lakin yine de, ben yeni bir şeyler bekliyorum onlardan. Ahmed’in Aquarium’u, Okan’ın Küp’ü gibi… Baba Zula’ya pek geçmek istemiyorum açıkçası. Senelerdir kendilerini dört gözle beklemiş olmanın verdiği heyecanla, Selim Sesler’in önünde attığım göbekleri kesip sahne önüne koşturdum. Derken hayallerimi kırdıkları yetmiyormuş gibi, üstünde dansöz oynattılar. Kırıklar ayaklarına batsın inşallah. Yaklaşık üç gündür arkadaşlarımla “Baba Zula’nın ataerkilliği” üstünde çetin ve derin tartışmalara girmiş olsam da, yine de iyi tarafından düşünüp “adamlar zaten bunu yapmak istiyor” düşüncesini benimsiyorum. Yoksa işin içinden çıkılmayacak. Zira dansözün üstünden geçmeler, ağzıyla şal almalar falan filan… Bunlar bana göre şeyler değil maalesef. Geçenlerde bir arkadaşım “artık yapabilecek fazla bir şeyleri kalmadı” demişti. Umarım öyle değildir; lakin gidişat onu gösteriyor…
Derken Romanya ve Almanya semalarında toplanmış feminist Miss Platnum sahneye geldi; ben giysem yakışmayacak o güzelim mavi kıyafeti, erkeğini kadınını âşık edebilecek güzellikleri zenci vokalleri, çalarken şişmek yerine zıplayan trompetçisiyle… Murat Ertel’in ataerkilliğine cevap olarak mı Bayan Platnum’u oraya koydular, bilemeyeceğim. Ama o sesiyle Amy Winehouse olmak yerine triphopvari bir hiphop yaptığı için kendisine şükranlar sunuyorum.
Platnum sahneden indiğinde hava kararmış idi galiba; zira Shantel sahneye çıkıp zıplayarak gitar çalmaya başladığında ben de yıldızları sayıyordum. Disko Partizani şarkısıyla çıkış yaptığında Shantel, “herkeste de bir Balkanseverlik böyle” gibi ipe sapa gelmez yorumlar yapmıştım; lakin bunu yaparken şarkı çaldığında fark ettirmeden kendimden geçiyordum. Disko Boy’u Partizani’den daha çok beğendiğimi itiraf etmeliyim. Shantel’in de böyle bir festival için biçilmiş kaftan olduğuna şüphem yok. Yanındaki mükemmel orkestraya gelince, Bucovina Club, tam olarak Keşan kahvesinden çıkmış gibiydi. Davulcuları ve kemancıları, özellikle. Duruşlarını gayet iyi koruyan müzisyenlerdi kendileri. Gogol Bordello’yu beklerken güme gitmediler yani.
Kerhane-i Gogol’ün elemanları sahnede gözükmeye başlayınca bendeki heyecan, hiç abartmıyorum, gittiğim ilk konserdeki gibiydi. O kadar fazlaydı ki, artık algılarım kapanmıştı. Eugene denen adamın gerçek olduğuna kanaat ettikten sonra, geçen sene Rock’n Coke’a çıkıp televizyonun karşısında beni ağlatmalarının hıncını aldım zıplayarak, atlayarak, son olarak mıhlanıp kalarak dinledim kendilerini. Akordeoncunun deli olduğunu düşünüyorum halen. Deli değilse bile eskiden palyaçoluk yapmış olma ihtimali çok yüksek bence. Kemancı amca için diyecek lafım dahi yok. Karayip Korsanları filmi, galiba kendisinden ilham alınarak yapıldı, Keith Richards'tan değil.
Shantel’in “haydi eller havaya” tavrına karşılık, Gogol’ün “siz de eğlenin, biz de eğlenelim” tavrını da göz önünde bulunduraraktan söylüyorum ki, çok yaşa Gogol, çok yaşa Eugene.
Festivalden çıkıp eve dönmek ne kadar yoruyor insanı… Hele ki insanın evi hayata gayet uzakta durunca. Lakin bu mükemmel günü bana verdikleri için bu festivalin sarı renginden toplantıda çay taşıyan adamına kadar herkese şükranlar.
Söylemeden geçemeyeceğim ki, iki gün boyunca “baba beni Yucin’le eversene” diye gezip, yolda yürürken Eugene’i görmem, akabinde yanında bitmem de şu birkaç günkü keyfimin doruğu oldu. Ballandıra ballandıra anlatamayacağım. Zira kendisine yüz binlerce laf biriktirmiş biri olaraktan, iki kelime edememek* bana şu anlık pek koysa da “hastayım senin tavırlarına” demek istiyorum kendisine buradan, duy beni Eugene. Ha tabi yeri gelmişken Çiğdem Öztürk’e de tercümanım olduğu, Eugene’e beni kavuşturduğu için kucaklar dolusu şeker, şeker kutuları dolusu masal hediye etmek istiyorum.
Küpemin tekinin nerede olduğunu halen merak ediyorum.
giz.*Birincisi, herkes aynı dili konuşsun artık lütfen. İkincisi, Eugene’e “ne haber lem” diyememiş olabilirim ama kendisini ne kadar sevdiğimi az biraz anlamıştır galiba titrememden ötürü. hehe.
**Üçüncüsü, sahne önünde dolaşan beyaz tişörtlü fotoğrafçı çocuğu tanıyanınız varsa bana bir selam etsin.