1 com

ALBOTH! - Juerg Solothurnmann (1991)




Yakın da / Coming Soon
0 com

Hot Hail (Liverpool)




Site    

0 com

Fougou - Reversed Dreams Of This Nature (Ikuisuus Records, 2010)







Güneşli bir pazar gününün öğle sonrasını, akşam üzerine bağlayan saatlerin ortasın da, sırtım, 1-2 metrelik boşluğa dönük şekil de, tek başıma, pirekitler üzerine, oturmaya çalışıyordum ve oturmuştum. Saniye sonrasını hatırlamamakla beraber, sırtım yerde, ayaklarım ise havaya kalkmış bir biçim de, kendimi uyanırken bulmuştum. Bayılmanın verdiği etkiyi, ~saç altım da oluşan acıyı hissedemesem de~ 5-6 yaşında böylelikle yaşamış olmuştum ama o anlamsız sarhoşluğun nedenini, dakikalar sonra kavrayabilmiş ve "Baağk, yeşil yeşiil" adlı nadide eseri söylemeyi ise, bir kaç sene daha devam etmiş ve herkesin kulağına sallamasını da iyi bilmiş, alkışların beni mutlu etmesinin tadını da, ilk kez o dönem de hissetmiştim.

 Ormanlık alanın var ettiği ılık havanın etkisiyle, daha bir özel şakıyan kuşların; ben uyanırken ki sesi, hala kulaklarım da.. Kendime armağan ettiğim bu albüm, 6 ay gecikmeyle, 16 kişilik bölüşmesini, ayın 16'sın da, an tadıyla, yaşıyor..  Öldürmeyin, 'var' edin ki; kulaklıkla dinlemeyi, hiç bir zaman, ihmal etmeyin!







Limit Doldu / "limit has been reached"


Fougou - Reversed Dreams Of This Nature (Ikuisuus Records, 2010)

1.
Bicones 13:29
2.
Ladram Bay 07:54
3.
Oculus 03:47
4.
Urnfield 09:12
5.
The Sentinel Watches 10:55





Limited / Sınırsal:  16

0 com

Ashberry




0 com

Wounded Wolf (Label / Turkey)

















0 com

Dror Feiler - Music for Dead Europeans




Coming Soon / Yakın da
3 com

Robin Guthrie




Robin Guthrie, 19 Ocak'ta İstanbul'da!



0 com

Cindytalk - Dream Ritual




1 com

Günebakan Distro






Günebakan Distro ne mi? 

Günebakan Distro benim yıllar önce bıraktığım Salvation adlı distromun yeni adı. Farkı ne mi? Zamanla müzikal beğenilerim değişti yenileri eklendi dolayısıylada eskiden sadece extrem metal gruplarının ürünlerini dağıtırken şimdi buna etnik, jazz ve türevleride eklendi. Şu anda yerli ve yabancı bir çok metal ve metal dışı ürünün dağıtımını yapmaktayım. Listemde sıfır ve ikinci el olmak üzere Fanzin'ler, Kaset'ler, CD'ler, 7" EP ler yer almakta. Hangi ürünlerin elimde kaldığını ve fiyatlarını öğrenmek için şu adrese mail atabilirsiniz: gunebakandistro@gmail.com

Ayrıca benim listemdeki ürünlere denk ürünlerle takas yapabilirim.

İrtibat: 
GÜNEBAKAN DİSTRO
P.K. 227 SEMİH ŞİMŞEK KADIKÖY / İSTANBUL 

Not: Özellikle Türk grupları benimle iletişime geçsinler.


0 com

Shelley HIrsch & Joke Lanz (Sudden Infant)








Shelley Hirsch: voice // Joke Lanz: turntables



live at NK Berlin, July 1 2011

camera: Ursula Peer, Ute Waldhausen
cut: Ursula Peer
thanks: Farahnaz Hatam, Julian Percy, Mauro Martinuz


http://www.shelleyhirsch.com
http://www.suddeninfant.com
http://www.nkprojekt.de
2 com

Gnac - Biscuit Barrel Fashion (Poptones, 2001)




Eğer 21. yüzyılda büyük bir şehirde yaşıyorsanız muhtemelen çevrenizde sayısız insanın size ne kadar meşgul olduklarını anlattığına tanık olmuşsunuzdur. Herhangi birine “Naber?” dediğinizde alacağınız yanıt ya “Meşgulüm bu ara” ya da “Bu aralar çok yoğunum” olur. Bu yanıttaki yakınmanın arkasına gizlenmiş bir böbürlenme olduğu da bariz.

Dikkatinizi çekmek istediğim husus ise bunu söyleyen insanların fabrikada çift vardiya çalışmaya zorlanan veya kenar mahalledeki evinden asgari ücretle çalıştığını işine saatlerce otobüs yolculuğu yapan insanlar olmadığı. Bu emekçiler meşgul değil tükenmiştir, yorgundur – ayakta uyuyacak kadar yorgun.



Meşguliyeti nedeniyle ağlayıp sızlayanlar neredeyse her zaman bu meşguliyetlerini kendileri yaratırlar: işleri, gönüllü olarak üstlendikleri yükümlülükleri, dersleri ve çocuklarının aktiviteleri. Kendi hırsları, dürtüleri ve kaygıları yüzünden, meşguliyete bağımlı oldukları için meşguldürler. Meşgul olmadıklarında, serbest zamanları olduğunda karşılaşacakları boşluktan ürküyorlar.



HERKES ÇOK MEŞGUL

Neredeyse tanıdığım herkes çok meşgul. Çalışmadıkları veya işlerinde yükselmelerine yardımcı olacak bir şey yapmadıkları zaman suçlu ve endişeli hissediyorlar. Arkadaşlarına ayırdıkları zaman ise bütün sınavlardan yüz alan öğrencilerin CV'lerinde güzel gözüksün diye gönüllü çalışmalarına benziyor.


Geçenlerde bir arkadaşıma “Bu hafta bir şeyler yapmak ister misin?” diye yazdım. Verdiği yanıt ise “Çok zamanım yok ama bir şeyler olacaksa haber ver, bir iki saatliğine işi ekip gelebilirim” oldu. Bu hafta içinde gerçekleşme ihtimali olan bir etkinlikten bahsetmediğimi, yazdığım şeyin başlı başına bir buluşma daveti olduğunu açıkça belirtmek geldi içimden. Lâkin meşguliyeti sürekli artmakta olan bir gürültü kaynağı gibiydi, aramızdaki iletişimi engelliyordu. Anlaşabilmemiz için birbirimize bağırmamız gerekiyordu ve ben de ona geri bağırmaktan vazgeçtim.



ÇOCUKLAR DA ÇOK MEŞGUL

Günümüzde çocuklar bile meşgul. Okul içinde ve dışında bütün günleri yarım saatlik programlara varana kadar ayarlanmış durumda. Günün sonunda eve ebeveynleri gibi yorgun dönüyorlar. Çalışan anne babaların çocuklarına ev anahtarlarını verdiği, çocukların okuldan çıkıp evlerine ve mahallelerine dönerek 3-4 saat özgürce oynadığı nesildendim. Okul sonrası geçireceğim zaman programlanmamıştı. Ben de keyfime göre ansiklopedi okuyor, animasyon yapıyor, sokakta arkadaşlarım oynuyordum. Bu şekilde geçirdiğim zaman hayatımın geri kalanı için önemli ve işe yarayan yetenekler, içgörüler kazandırdı bana. Dilediğim gibi geçirdiğim bu saatler hayatımın geri kalanını nasıl yaşamak istediğimle ilgili bir model oldu benim için.


BİRBİRİMİZE KOLEKTİF 

DAYATMALARIMIZ
Bu histeri hayatın gerekli ve kaçınılamaz koşulu değil, aksine tercih ettiğimiz, boyun eğdiğimiz bir durumdur. Bir süre önce yükselen kiralar nedeniyle kenti terk etmek zorunda kalan ve şimdi Fransa'nın güneyinde bir köyde yaşayan bir arkadaşımla Skype üzerinden görüştüm. Kendisini yıllardan sonra ilk defa mutlu ve rahat olarak tanımlıyordu. İşlerini yine yapıyor, ancak bunlar bütün gününü ve beynini tüketmiyormuş. Kendini tekrardan gençliğinde, öğrenciliğinde gibi hissettiğini anlattı – akşamları arkadaşlarıyla kafelere gidiyormuş. Hatta bir erkek arkadaşı bile olmuş (New York'taki ilişkiler için “Herkes çok meşgul ve herkes 'daha iyi' birisini bulabileceğini düşünüyor” demişti bana). Kendi kişiliğinin bir parçası olduğunu düşündüğü hırslılık, depresiflik, huysuzluk ve huzursuzluğun çevresinin bozucu etkilerinden kaynaklandığını anlamıştı. Aslında hiçbirimiz böyle yaşamayı istemeyiz, kimsenin trafikte beklemek veya liselerdeki gaddarlık hiyerarşisinin bir parçası olmak istemediği gibi. Aksine, bunlar birbirimize kolektif olarak dayattığımız şeylerdir.



Meşguliyet bir tür varoluşsal sigorta, boşluğa karşı bir set görevi görüyor; eğer meşgulseniz, her saatiniz programlanmış ve doluysa, size sürekli ihtiyaç duyan birileri varsa hayatınız saçma, aptalca veya anlamsız olamaz. Maalesef bu sahte vazgeçilmezlik durumunun arkasındaki gerçeği görmek, bunun yapısal bir kendini kandırma hali olduğunu fark etmek epey zor.



Günümüzde gittikçe artan sayıda insan somut, elle tutulur bir şey üretmiyor. Bu yüzden bu yapmacık meşguliyet ve tükenmişlik halinin, insanların şu hayatta yaptıklarının kimsenin umurunda olmayan şeyler olduğunu gizlemekten başka bir işe yaramadığını düşünüyorum.



TUTKULU BİR TEMBELİM

Ben meşgul bir insan değilim, tanıdığım en tutkulu tembel olduğumu söyleyebilirim. Çoğu yazar gibi, yazmadığım tek bir günde bile yaşamayı hak etmeyen günahkâr bir serseri olarak hissediyorum. Bir yandan da günde 4-5 saat çalışarak bu dünyada bir gün daha geçirmeme yetecek bir para kazanabileceğimin farkındayım. En güzel sıradan günlerimde sabahları yazar, ardından uzun bir bisiklet turuna çıkar, öğleden sonraları ayak işleri yapar ve akşamları da arkadaşlarımla görüşür, kitap okur veya film izlerim. Bence bu, yaşamak için makul ve hoş bir gün. Ve eğer beni arayıp görüşmek istediğinizi söylerseniz meşgul olduğumdan, planlarımdan bahsetmek yerine “Ne zaman?” derim.


Ancak, sadece geçtiğimiz bir iki ay boyunca profesyonel zorunluluklar nedeniyle sinsice meşgul olmaya başladım. İlk defa beni davet eden insanlara doğrudan çok meşgul olduğum için katılamayacağımı söyleyebiliyordum. İnsanların neden böyle demekten keyif aldığını anlamaya başladım: kendinizi önemli, rağbet gören ve el üstünde tutulan bir insanmış gibi hissettiriyor. Buna rağmen meşgul olmaktan nefret ettim. Her sabah e-posta kutum, bana yapmak istemediğim işleri yapmamı söyleyen, çözmem gereken sorunlar getiren e-postalarla doluyordu. Her geçen gün artarak daha da katlanılmaz hale gelen meşguliyetimden uzaklaşmak için kenti terk ettim ve bu satırları yazdığım gizli adrese geldim.



DÜNYANIN AKIŞINA DAHİL OLMALI

Burada beni taciz eden yükümlülükler yok. Televizyon yok. E-postalarıma bakmam için uzaktaki bir kütüphaneye gitmem gerekiyor. Haftanın büyük bir kısmını tanıdığım tek bir insan görmeden geçiriyorum. Burada düğünçiçeklerinin, sünelerin ve yıldızların ne olduğunu tekrar hatırladım. Okudum. Ve aylardan sonra ilk defa gerçekten bir şeyler yazdım.


Dünyanın akışına dahil olmadan hayat hakkında yazacak bir şey bulmak nasıl imkansızsa, tekrardan bu akıştan kopmadan yazacak şeyin ne olduğuna ve bunun nasıl yazılması gerektiğine karar vermek de imkansız.



Boşluk, aylaklık sadece bir tatil değil aynı zamanda bir zaruret. Yani örneğin D vitamini vücudumuz için nasıl bir gereklilikse boşluk da beyin için aynı şekilde gerekli. Yokluğunda zihinsel sorunlar baş gösterir. Aylaklığın getirdiği sessizlik ve açık alan, hayattan dışarı bir adım atıp bütünü görmemizi, sıra dışı ve beklenmeyen bağlantılar kurmamızı, yaz ortasında ilhamın vahşi yıldırımlarını beklememizi sağlar. Paradoksal olarak, aylaklık, herhangi bir işi iyi yapmak için şarttır. ABD'li roman yazarı Thomas Pynchon “Yaptığımız işin özü genellikle aylak aylak düşünmektir” demişti miskinlikle ilgili makalesinde. Arşimet'in küvetteki evrakası, Newton'ın elması ve daha birçok örnekte görebileceğimiz gibi tarih boş boş otururken ve hayal kurarken gelen ilham hikâyeleriyle doludur.



“Geleceğin hedefi tam istihdam değil tam işsizliktir, böylece sürekli oyun oynayabiliriz. Mecvut sosyo-ekonomik düzeni yıkmaya işte tam da bu yüzden ihtiyaç duyuyoruz.” Bu sözlerin ot içen bir anarşistin zırvalamaları diye olduğunu düşünebilirsiniz – ancak bunu söyleyen, scuba-diving ve langırt oyunları arasındaki boş vaktinde Childhood's End kitabını [Ç.N.: Bu kitap Türkçe'ye Son Nesil olarak çevrilmiştir] yazan ve günümüzün iletişim uyduları çok önceden hayal eden Arthur C. Clarke'tı.



ÇALIŞMAK YERYÜZÜ İÇİN CEZADIR



İŞarkadaşım Ted Rall bir köşe yazısında geliri işten bağımsız kılmamız ve her yurttaşa bir maaş garantisi vermemiz gerektiğini yazmıştı. Bugün kulağa deli saçması olarak gelse de önümüzdeki yüzyılda kürtaj veya oy hakkı gibi evrensel bir hak haline geleceğini düşünüyorum.



Püritenler çalışmayı bir erdem, iyi ahlakın bir parçası haline getirdiler – oysa unuttukları şey, Tanrı'nın çalışmayı bir ceza olarak yeryüzüne göndermesiydi.


Belki de herkes benim gibi davransa dünyanın çivisi çıkar. Lâkin ben ideal insan yaşamının benim aykırı aylaklığım ile dünyanın geri kalanının bitmeyen çılgın aceleciğinin arasında bir yerde yattığını düşünüyorum. Benim rolüm sadece çocukluğunuzda evde çalışırken camınıza çakıl taşı atıp, bağırarak sizi sokağa oynamaya davet eden çocuk gibi 'kötü' bir çağrıda bulunmak. Benim azimli aylaklığım bir erdemden çok bir lüks. Ama ben bunu bilinçli bir tercih sonucunda gerçekleştirdim: Yıllar önce zamanı paraya tercih etme kararını aldım. Çünkü bu dünyada geçireceğim sınırla zaman ile yapabileceğim en iyi yatırım, bu zamanı sevdiğim insanlarla geçirmek. Bir gün ölüm döşeğimde bu kararımdan pişman olma, “keşke daha fazla çalışsaydım” deme ihtimalim de var. Ancak ben o sırada pişman olmaktansa “keşke Chris ile bir bira daha içebilseydim, Megan ile uzun bir sohbete daha dalabilseydim ve Boyd ile son bir defa kahkaha atsaydım” diyeceğimi düşünüyorum. Hayat meşgul olmak için çok kısa.

TIM KREIDER 






Gnac - Biscuit Barrel Fashion (Poptones, 2001)


Limit Doldu / "limit has been reached"



Limited Download: 21
2 com

Elizbeth Fraser - Song To The Siren (Live)

0 com

Zarasai - Place Muzik (Sangoplasmo Records, 2011)




Evde keyifli bir akşam yemeğindeydik. “Her şey bir anda değişebilir” dedi konuklarımdan biri. Daha yaşlı olan gülümsedi: “Doğru, ama hangi an?”, “Ah, o anı bir bulabilsek!” diye iç çektim ben. Sohbet, hayattaki bazı unutulmaz anlara kaydı sonra. Tanıdık kişiler, bildik şehirlerden söz edildi. Şarabın sonuna ve tatlıya gelindiği zaman kapsamlı bir dünya turu yapmış durumdaydık. Dünyanın değişik ülkelerinde aynı insanları tanıdığımızı, aynı yerlerde benzer duyguları hissettiğimizi keşfetmek hoştu.
Zaman üzerine düşüncelere daldım konuklar gittikte sonra. Geçen yazı düşündüm örneğin. İçimdeki delici acıyı, hayatımı saran hüzün bulutunu... Hâlâ kalbimi kırsalar bile, şimdilerdeki uzaklıkta çok farklı görebildiğim pek çok ayrıntıyı... Diğer yazları düşündüm. Her birinin farklı renklerini, tatlarını,  sonsuza kadar kalacak olan bazı anlarını... Sonra geleceği düşündüm. Bilememenin verdiği kaygının yanı sıra giden bir heyecanla, düşündüm geleceği... Geçmişle başa çıkabilmişsem gelecek de ne getirirse getirsin, o kadar korkulu değil diye bir iyimserliğe kapıldım. İki şeyin bana güç verdiğini fark ettim sonra. Birisi hayatta her şeyin başıma gelebileceğine dair bir kabul ve buna dair bir iç hazırlık. Diğeri ise yalnızlığımla ve ona eşlik eden iç sesimle kurabildiğim güçlü bağ.
Başka şeyler de düşünüyorum şimdi. Hayallerin, idealizmin ve akılcılığın iç içe geçebileceğini örneğin. İçtenliğin, gerçekten kaçmamanın önemini... Duygusallığın ve kırılganlığın hayatı zorlaştırmasına rağmen o kadar da kötü olmadığını...
İnsanın başa çıkamayacağı pek çok ruh hali ve durum var kuşkusuz. Dışarıdan yöneltilen türlü türlü zulüm mesela. Kurumlar ya da bireylerden gelebilecek acımasızlık ve kötülük... İnsanın hayatını karartan önyargılar, yanlış anlaşılmalar, görmezden gelinmeler... Kabarık bir liste oluşturulabilir.
Önemli olan bütün bunların varlığının kabulü ve bunlarla başa çıkabilecek zeka, beceri ve dirence sahip olmak galiba... Hayat, acı-tatlı sürprizlerini getirebilecektir.
Yaşadıkça pek çok şeye karşı bileniyor insan. Eskiden beni yataklara düşürebilen gönül kırıklıkları yok artık... Hayretle görüyorum bunu... Şaşırmıyorum mesela eskisi gibi... Sonra pek çok şeyi hiç de üstüme alınmıyorum. Birçok insandan bize gelen bir davranış, bizden çok o insanın kendiyle ilgili çünkü... Bizim için kurulduğunu sandığımız bir cümle aslında cümleyi kuranla ilgili. Bazı insanlar bizi çok sevip beğeniyorken bir diğerleri aynı bizi hiç sevmeyip beğenmiyorlarsa bu bizden çok onlarla ilgili bir durum değil midir? Her şey bir anda değişebilir ama o an aslında sonsuz anların toplamını içinde taşıyan bir an değil midir? Ayrıca, yaşadığımız her an, böylesi anları biriktirmekle ilgili değil midir?
Bazen son yıllarda edindiğim bir tutumu sorguluyorum. Her şeye geçiciymiş gibi davranıyorum örneğin... Sonsuz ve koşulsuz bağlanmalardan kaçınıyorum. Uçucu zamanların dikey derinliğiyle ilgileniyorum daha çok da. Lineer bir zaman algısından uzaklaştım artık. Her şey her an bitebilir, herkes her an gidebilirin gizli kabulünü taşıyorum içimde. Birisi beni ölene kadar seveceğini söylüyor. Hoşuma gidiyor bu, yalan olduğunu bilsem de... Bu ana sunulmuş bir armağan gibi kabul ediyorum daha çok böyle bir cümleyi...
Sonuna kadar kendimleyim. Emin olduğum tek birliktelik bu... O yüzden iyi bakmak istiyorum kendime... Yaralanmaktan kaçamayacağım biliyorum. İyileşmeyi de biliyorum ama..
Tut ki herkes gitmiş. Kendimle, iç sesimle var olabilmeliyim. En tepelerdeyken en diplere inebileceğimi, her şeyin hayata ve insana dair olduğunu bilebilmeliyim.
Her şey bir anda değişebilir. Doğru bu... Ama gökten zembille inmiş bir an değildir bu... Geçmişte işaretleri vardır mutlaka.
Kavurucu bir yaz günü daha başlarken içimden geçenler bunlar. Bir dokunsam mutluluk, bir dokunsam mutsuzluk biliyorum bunu... Bir dokunsalar mutluluk, bir dokunsalar mutsuzluk. Bunu da biliyorum.
Elimden geldiği kadar mutluluk için dokunacağım hayata... Mutsuzluk da gelirse hoş gelmesin, fazla durmayıp çabucak gitsin.
Yeni bir güne kavuşmak az şey mi? Değerini bilmek gerek. Her şey bir anda değişebilir. Kim bilir, belki de çok yakındır böyle bir an...

Neşe Yaşın /  2012 / BirGün





Zarasai - Place Muzik (Sangoplasmo Records, 2011)
Limit Doldu / "limit has been reached"


 A1Zarasaitis15:00
B1Daina, Ežerėnai, Ditkūnų15:00


Limited Download: 15
0 com

Brian - We Close 1-2 (Elefant Records, 1999)


Düğme

Hayatta zor anlar vardır. Geçen hafta düğmemin koptuğu an da bunlardan biriydi. Dikiş dikmeyi beceremem. Hiç öğrenemedim. Üstelik meret bu sefer en olmayacak yerde, en olmayacak şekilde koptu. Öyle kalabalık bir otobüsteydim ki, nereye uçtuğunu bile göremedim.

Neyse ki Beşiktaş kara suları içindeydim. Beşiktaş’ta biliyorsunuz denizaltı bile arasanız var. Öyle bir semtimizdir yani. Bence yasaklanmalı. Çünkü insanı her şeye çare bulunabileceği yolunda yanlış fikirlere sevk ediyor.

Bu sefer çareyi nerede bulabileceğime dair bir fikrim vardı. Ne aradığını bilen insanların kararlılığı ile yürümem beklenirdi aslında. Ama elbisemin düğmesi çok biçimsiz bir yerden kopmuştu. Onun için sırtımı duvara vererek mesleğe o gün başlamış bir gizli ajan edasıyla hedefe doğru sinsi sinsi ilerledim.

Tuhafiyecide beni tuhaf bir kadın karşıladı. İnsan işine ancak bu kadar yakışır, diye düşündüğümü hatırlıyorum. “Düğmeniz kopmuş,” dedi makyajla irileştirilmiş gözlerini daha da açarak. Bir şeye baktığında önce eksikleri fark eden insanlara pek güvenmem. Bilgisi gözle görünen şeylerle sınırlı pratik kişilerdir bunlar. Bu kadın da öyle birine benziyordu. Kopmuş düğme meselesine parmak bastıktan sonra, “bacaklarınız çarpık, saç kesiminiz berbat, ha bir de kaşlarınız birbirine fazla yakın” demesini bekledim.

Ama o hızla bir takım kutuları raflardan indirmeye başladı. Onları bir süre dalgın dalgın karıştırdıktan sonra, bana bir düğme uzattı. Evet, belki bir teorisyen sayılmazdı, ama işinin ehli olduğunu teslim etmek gerekiyordu. Düğmeyi eliyle koymuş gibi bulmuştu. Çünkü muhtemelen eliyle koymuştu. Fakat böyle şeylere pek de takılmamak lazım aslında.

Önemli olan düğmenin bulunmuş olmasıydı. Hemen oracıkta dikmek istedim. Dükkan fazla kalabalıktı. Çıkmak için can atıyordum. “Soyunmadan olmaz,” dedi kadın yine gözlerini açarak. Bu sefer gerçekten korkmuş gibi görünüyordu.

Telaşımdan en basit şeyi akıl edememiştim. İlik öyle ters bir yerdeydi ki, elbiseyi çıkarmadan düğmeyi dikmem mümkün değildi. Çinli bir jimnastikçi olsaydım belki. Ama değildim. Tuhafiyeci kadın da bunun farkındaydı. Sürmeli gözler kısılıp beni küçümseyerek süzdüler. Teori falan bir yere kadar, der gibiydiler. İnsanın pratik zekası olmayınca böyle apışıp kalırdı işte. Ben kendimi ne zannediyordum?

Yaptığım aptallıktan öyle utanmıştım ki, çengelli iğne istemek bile aklıma gelmedi. Düğmeyi cebime koydum. Yenilmiştim. Kabul etmek gerekiyordu. Parayı tezgahın üzerine bırakıp kapıya doğru yürüdüm.

Fakat tam o sırada, kırlaşmış saçlarını “a la garson” modeli kestirmiş bir teyze beni kemerimden yakalayıverdi. Ne olduğumu anlayamadan, kendimi neredeyse kadının kucağında buldum. “Dur gitme, ben dikerim,” dedi bana. Sesinde bir görmüş geçirmiş bir subayın otoritesi vardı. Tuhafiyeci de bunu hissetmiş olacak ki, isteksizce iğneyi ipliği hazırladı. İki dakika içinde düğmem dikilmiş, kriz çözülmüş, hayat yeniden normale dönmüştü.

Otobüste yeni dikilmiş düğmemi elimle yoklarken, bu küçük olaydan neden bu kadar etkilendiğimi düşündüm. Dalgacı halim uçup gitmişti. Hatta bir yavaşlık gelmişti üzerime. İnsanın beyni kimi anıları çekip çıkarmak için yüksek devirde çalışmaya başlayınca bazen olur bu. Hareketleriniz ağırlaşır.

Teyzenin buyurgan sesinde, düğmeyi dikerken beni evirip çevirmesinde, kıpırdanmamam için ikaz edişinde tanıdık bir şey vardı. Unuttuğumu sandığım bir yakınlıktı bu. Çocukken pantolonumun dizi yırtıldığında, astarım söküldüğünde ya da cebim delindiğinde (hep tıka basa doldurduğum için bu sonuncusu çok sık olurdu) annem ya da anneannemin beni önlerine oturtup sökülen yeri nasıl onardıklarını hatırladım.

Annem bu alışkanlığı ben yetişkin bir kadın olduktan sonra da sürdürdü. Direnir gibi yapsam da, bu dikiş teranesi aslında hoşuma giderdi. Anneme fiziksel olarak yakın olabildiğim nadir anlardan biriydi. İşi bittikten sonra o sırtımı okşayarak “hadi bitti, kalk bakalım” derdi, ben de bazen lafı uzatır onun dizinin dibinde azcık daha oyalanırdım. Artık kaybedilmiş bir çocukluğun sıcaklığında biraz daha durabilmek için.

Çocukluk denen şey en nihayetinde anne hasreti değil midir?

Benim hasretim de tuhafiyecideki teyzenin temasıyla uyanıp başını kaldırmıştı. Düğmem dikilirken belli ki başka dikişler açılmıştı. Çoktan unuttuğumu sandığım dikişlerdi bunlar.

Annemin tamir edebileceği dikişler. Burada olsaydı eğer.


Meltem Gürle / 13. 05. 12 / BirGün gazetesi





Brian - We Close 1-2 (1999)

 A1We Close 1-2
A2Cabaret Band (Demo)
B1Light Years
B2Under The Floorboards


Limit Doldu / "limit has been reached"


Limited Download: 21
0 com

Lucrate Milk - Nepla Relou

0 com

Akosh Szelevényi & Gildas Etevenard - Erem (2011)


Alçak Dünya yörüngesi (ADY), genellikle Dünya yüzeyinden yukarıya 2,000 km kadar uzanan mevkiî olarak tanımlanır. Yaklaşık 200 km aşağıda nesnelerin hızlı orbital çürümesi göz önüne alındığında, ADY için genel kabul görmüş tanımı; İrtifası 160–2,000 km (100–1,240 mil) arasında değişen Yer merkezli yörüngelerdir.
Apollo projesindeki ay uçuşlarındaki istisnai durum dışında, bütün insanlık uzay uçuşlarının hepsi ya Alçak Dünya yörüngesi ya da yarı-yörünge üzerinden yapılır. ADY içinde gerçekleşen uzay uçuşları içerisindeki irtifa rekoru 1,374.1 km ile Gemini 11 e aittir.

ADY deki nesneler, yörünge yüksekliğine bağlı olarak, termosfer (yaklaşık 80-500 km) ve ya ekzosferdeki (yaklaşık 500km ve üzeri) gaz formundaki atmosferik sürükleme ile karşılaşırlar. Alçak Dünya yörüngesi, Dünya çevresinde, atmosfer ile Van Allen radyosyon kuşağı iç bölgesi arasındaki yörüngedir. Bu yörüngede yüksekliik genellikle 300km den daha az değildir çünkü atmosferik sürüklenmeye karşı daha az bir yükseklik elverişsiz olacaktır.
Ekvatoral alçak yörünge, Alçak Dünya yörüngesinin bir alt grubudur.







 Akosh Szelevényi (Tenor Saxophone, Clarinet, Harmonium, Gongs, Bells, Voice)
Gildas Etevenard (Drums, Gongs, Percussion)


Akosh Szelevényi & Gildas Etevenard - Erem


limit has been reached


limited:36 
0 com

Thrones + Behead The Prophet NLSL – Split (Voice Of The Sky, 1998)



Salem köyüdeki papaz evi, 19. yüzyılda fotograflanmış

1692 yılında Salem köyünde yaşayan Papaz Samuel Parris'in 9 yaşındaki kızı Betty Parris ve (kızının da kuzeni olan) 11 yaşındaki yeğeni Abigail Williams, Beverley dolaylarında vaizlik yapan John Hale, tarafından "çok güçlü sara krizi ya da etkin doğal afet" olarak adlandırlan ruhsal sarsıntıyı geçirmeye başladılar.Köyün eski vaizi Deodat Lawson'ın görgü tanıklığına göre; kızlar bağırıyor, eşyaları fırlatıyor, garip sesler çıkarıyor, yerlerde sürünüyor ve kendilerini anormal şekillere sokuyorlardı. Kızlar iğnelerin vücutlarında açtığı yara ve deliklerden de şikayetçiydi. William Griggs olduğu tahmin edilen bir doktor, kızlarda fiziksel rahatsızlığa dair bir işaret bulamamıştı. Bir süre sonra, köyde yaşayan başka bir genç kadının da benzer davranışları göstermeye başladığı öğrenildi. Lawson'un Salem Köyü misafirhanesinde verdiği vaazlar artık acılı serzenişler ile kesilmeye başlamıştı.
Sarah Good, Sarah Osborne ve Tituba. 'dan oluşan üç kişi Betty Paris, Abigail Williams, 12 yaşındaki Ann Putnam, Jr. ve Elizabeth Hubbard'a ızdırpap ve acı vermek iddiası ile suçlanıp tutuklandılar.

Sarah Good yoksuldu. Yemek ve barınak için komşularından yardım istemiş ve dilencilik yapmış biriydi, daha sonra ise Sarah Osburne'un resmi hizmetçisi olmuştu. Sarah Osburne ise kilise toplantılarına çok nadir katılması ile bilinirdi.Tituba ise Püritan'lardan farklı etnik kökene sahip bir köleydi ve suçlamalar için açık bir hedefti. Bu kadınların hepsi de büyücülük suçlamaları için "olağan şüpheliler" tanımına uyuyordu. Zaten kimse de onların arkasında durmadı. 1 Mart 1692'de büyücülük suçlaması ile yerel sulh hakiminin karşısına çıktılar. Birkaç gün süren sorgularının ardından hapishaneye gönderildiler.

Mart ayında suçlamalar; Martha Corey, Dorothy Good (tutuklama esnasında hata yapılarak Dorcas God olarak anıldı), Salem Köyü'nden Hemşire Rebecca ve Ipswich dolaylarından Rachel Clinton isimlerine de yöneltildi. Martha Corey kadınların suçlanmasındaki yersiz şüpheciliğe karşı düşüncelerini kendini örnek göstererek dile getirdi.O'nun ve hemşire Rebecca'nın alacağı cezalar topluluğu da yakından ilgilendiriyordu, çünkü Martha Corey ve Hemşire Rebecca Salem Köyü'ndeki kilisenin tam bir müdavimiydi. Eğer böylesi namuslu insanlar cadı olabiliyor ise herkesin cadı olabileceği fikri uyanabilirdi. Bu halde kilise üyeliğinin de suçlamalara karşı bir güvenlik getirmiyor olduğu söz konusu edilirdi. Sarah Good'un kızı Dorothy Good sadece 4 yaşında olmasına rağmen sorgulandı ve yanıtları annesinin cadılık ile ilişkilerini kanıtlayan birer itiraf olarak değerlendirildi. Mart ayının sonunda, Ipswich'de yaşayan Rachel Clinton da Salem Köyündeki olaylara ilişkin alakasız suçlamalar ve büyücülük nedeni ile tutuklanıyordu





Limit Doldu / "limit has been reached"

Tracklist:


A1 Thrones – Blackblade
B1 Behead The Prophet NLSL – Hot Rails To Hell
B2 Behead The Prophet NLSL – Strange Electricity
B3 Behead The Prophet NLSL – I've Got The Time



Limited Download / Sınırıtırt: 32
1 com

The Thieves - Soul Thief 12'' EP (Planetarium, 1989)




2 Ekim 1992 - Ege Denizi'nde yapılan "Kararlılık Gösterisi 92" adlı NATO Tatbikatı sırasında Amerikan Saratoga gemisinden atılan iki adet sea sparrow füzesinin Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait TCG Muavenet muhrib'ini vurması sonucu, 5 denizci öldü.





Limit Doldu / "limit has been reached"


Limited Download / Sınırlar: 57
0 com

Tram - Heavy Black Frame (Piao! 1999)



Kolektif depresyon sessizliği

İnanmayacaksınız ama bir süredir içimde kelimeler bitti. Uzun bir suskunluk arzusu taşıyorum. Üstüme doğru gelen onca bilgi, onca haber, onların oluşturduğu sayısız duygu ve bütün bunların beni sürükledikleri değişken ruh hallerinden yoruldum galiba...

Böyle kelimelerden sıkılmış bir günümde yazı yazmak için bilgisayar başına oturunca aklıma John Cage’in 4’ 33’ adlı sessizlik performansı geldi. 1952 yılında müzisyen John Cage herkesi şaşırtan bir sessizlik bestesi ile çıkmıştı izleyicilerin önüne... Bu şaşırtıcı bestenin sonraları çok tartışılan ve müzik tarihine mal olan ilk performansı David Tudor tarafından 1952 Ağustos’unda Woodstock, New York’ta gerçekleştirilmişti. Tudor sahneye çıkarak piyanonun başına oturmuş ve kapağı kapatarak parçanın başladığını işaret etmişti. Bir süre sonra, birinci bölümün sonunu ifade etmek için kapağı açıp kapamış ve bu hareketini ikinci ve üçüncü bölümler için de tekrarlamıştı. Parça boyunca Tudor tek bir nota bile çalmamış, kasıtlı bir ses çıkarmamış ve bir kronometre tutarak sadece nota kağıtlarını çevirmişti. Bu performansın yarattığı büyük tartışmanın ardından şöyle demişti John Cage:

“Bir noktayı kaçırdılar. Sessizlik diye bir şey yoktur. Sessizlik diye düşündükleri şey rastlantısal seslerle doluydu, ancak onlar dinlemeyi bilmiyorlardı. Birinci bölüm boyunca dışarıdaki rüzgârın kımıltılarını duyabilirdiniz. İkincide, yağmur taneleri damda pıtırtıya başladı. Üçüncüdeyse insanlar bu kez kendileri konuşmaya, dışarı çıkmaya ve bu sırada türlü, ilginç sesler çıkarmaya başladılar.”

John Cage kadar sanat cesareti taşısam ya da Tarık Günersel gibi bir tarzım olsa bu hafta boş bir köşe sunmak isterdim size. O boşluğa bakıp düşünmeniz için... O düşünceler sizi şaşırtan beyazlığı ne güzel doldururdu kim bilir?

İçimde kelimeler tükendi dedim ya, bunun üzerine düşünüp duruyorum şimdi... Gündemi, haberleri filan takip etmek istemiyorum bir süredir. Geçenlerde yazmakta olduğu gezi kitabı için benimle söyleşi yapan Amerikalı yazara da öyle dedim. “Bana Kıbrıs müzakerelerini soruyorsunuz ama ben onlarla ilgilenmiyorum ki. Bir şirket kurma pazarlığını andıran bu toplantılar en baştan içimi acıtıyor. Bir ülkenin geçmiş yaralarını iyileştirme, yeni bağlar kurup barışma, ülkenin insanlarının da aktif katılımıyla oluşacak bir barış süreci, yeni bir hayat tahayyülü göremiyorum. Buna bezginlik diyebilirsiniz ama benim için adı sadece sessizlik. Bu rahatsız edici gürültüye, ait olmadığım anlayışa ve dile katılmadan yeni yollar arama çabası...”

Birileri bunu bir çeşit sinizm, sorumluluktan kaçma kaypaklığı olarak görebilecektir ama hayat, ta çocukluktan itibaren bize alıştırıldığı gibi sadece Kıbrıs Sorunu demek değil. Aslında Kıbrıs Sorunu da görüşmeler demek değil. İki insan arasında da bir mikro modelini görebileceğimiz bazı gerilimler, duygular, korkular, ihtiraslar, yıkıcılığa ve yapıcılığa dair dürtüler ve insan olmaya dair her türlü durumla ilgili...

Çok acılar yaşanmış, ölen ölmüş giden gitmiş ama yine de hayat sürüyor. Geçmişin onca ağırlığını ve geleceğin belirsizliğini taşıyarak sürüyor ama... Geçmişle yüzleşilip bir gelecek projesine sahip olunmadan düze çıkmak mümkün mü?

Belki de en baştan yanlış olanı düşünmek lazım. Sistemin kendisi barışı inşa edebilecek bir sistem değil ki... Sistemin yarattığı insan tipi barışı kucaklayacak bir insan tipi değil ki... Kıbrıs sorunu bir kapitalizm sorunudur. Aslında mesele bu kadar basit... Ve bir o kadar da karmaşık…

Taraflar kendi çıkarlarını en iyi şekilde korumak savıyla oturdukları o masalarda bizim ülkemize ve geleceğimize dair kurduğumuz romantik hayallerle ilgili değiller. Bu ülke zaten bizim filan da değil.

Ara Bölge’de yürüyordum Downer’in çok beklenen basın toplantısı öncesi… Rastlayıp sohbet ettiğim herkesten de hissettiğim bu oldu. Kolektif bir depresyon yaşanıyor sanki. Belli ki yalnız değilim.

Hem kelimelerden bıktığımı söyleyip hem de yazı boyunca yaptığım bunca ukalalıktan sonra benden bir Pazar günü hayata dair dişe dokunur kelimeler bekleyen sizlere şunu söylemek istiyorum.

Yazı masumiyetini çoktan yitirmiş, pek çok yazar çoktan teslim olmuş. Kelimeler daha çok da bizi kandırmak, gözümüzü boyamak için iş başında...

Bunca kirlenmişlik içinde size sunabileceğim sadece içtenliğim. Bu dünya fena halde canımı acıtıyor her zamanki gibi. Hayatı seviyorum; hem de çok... İyi ve güzel zamanların, bunca kirlenme ortasında kendini korumaya çalışan insanların değerini biliyorum; o başka...

Sessizliğe ihtiyacım var... Kendimi işitebilmek, yalan korolarına dahil olmamak için. Susma hakkımı kullanmak istiyorum. Rüzgârın, ağaçların, kuşların, böceklerin, dünyanın sesi işitilebilsin diye...


Neşe Yaşın / Birgün Gazetesi / 13 Mayıs 2012





Limit Doldu / "limit has been reached"



Tracklist:


1 Nothing Left To Say
2 Expectations
3 I´ve Been Here Once Before
4 Like Clockwork
5 Home
6 Too Scared To Sleep (Album Version)
7 High Ground
8 When Its All Over
9 Reason Why
10 You Can Go Now (If You Want)



Drums – Nick Avery
Guitar, Bass, Clarinet, Harmonium, Percussion – Clive Painter
Mastered By – Steve Rooke
Piano, Keyboards – Bill Lloyd
Producer – Clive Painter, Paul Anderson
Vocals, Bass – Martine Roberts
Vocals, Guitar, Keyboards, Percussion – Paul Anderson





Limited Download / Sınırd: 28

.

.

Öpücük